Türk Alman Forumu (DTF) söyleşine katılan Edzard Reuter; “Bugünün Türkiye’si artık benim ülkem değil, ama Türk halkı benim halkımdır."
Daimler-Benz'in eski yönetim kurul başkanı Edzard Reuter, çocukluğunu ve gençliğini 1935 ve 1946 yılları arasında Türkiye’de geçirdi.
Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin (NSDAP) 1933’te iktidara gelmesinin ardından ve özellikle politik ve ırkçı nedenlerle istenmeyen devlet memurlarının devre dışı bırakılmasıyla başlayan tutuklamalar arasında Edzard Reuter’in babası Ernst Reuter da vardı. Ernst Reuter 1933’ün ilk toplama kamplarında tutuklu kalmıştı, bu yüzden ailesi ile birlikte Nazilerden Türkiye'ye kaçtı ve birkaç yıl sonra Ankara Üniversitesi'nde şehir planlama dersleri verdi. Genç Türkiye’nin tarihine geçen Ernst Reuter, İkinci Dünya savaşı sonrası Berlin'de belediye başkanı (1948-1953) olarak görev yaptı ve efsane olarak Alman tarihine de geçmiş oldu.
1933'ten sonra Türkiye, devletin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından üniversite reformuna katılmaya davet edilen çok sayıda aydın, Yahudi ve anti-faşist için bir sığınak oldu.
Alman-Türk Forumu Stuttgart (DTF) ve Protestan Eğitim Merkezi Hospitalhof Stuttgart’ın düzenlediği bir etkinlik (“Alman-Türk Kültür ve Bilim Tarihi”) serisinde, Edzard Reuter, Hospitalhof Eğitim Merkezi'nde Monika Renninger ve Kerim Arpad ile yaptığı söyleşide, sürgününde yaşadıklarını ve göçün günümüzdeki önemini anlattı.
1928 doğumlu Edzard Reuter “Babam Alman İmparatorluk Parlamentosu üyesiydi, Magdeburg’un Belediye Başkanıydı. 1933 yılında, Hitler seçildikten sonra tutuklanıp ilk toplama kampında tevkif edildi.” diye sözlerine başlıyor. Başkalarının yardımı ile toplama kampından çıkan Ernst Reuter ilk önce İngiltere’ye kaçtı. İngiltere ülkesi daha çok Hitler yanlısı olduğundan Alman Parlamento’sunun eski üyelerinden Fritz Bade Ernst Reuter’e yardım edip Türkiye’ye gelmesini sağladı.
“1923'ten bu yana Türkiye'de kalkınma vardı, bir modernizasyon için gerekli yardımcılara ihtiyaç duyuluyordu. Babam ilk zamanlar Ekonomi Bakanlığı'nda danışman olarak çalıştı. Sonra 1935 yılında bizi yanına alabildi. Bizi karşılamaya İstanbul/Sirkeci’ye geldi. Sirkeci’den Haydarpaşa’ya vapurla hareket ettik. İstanbul modernliğe giden bir şehirdi. Haydarpaşa inşaatı Kaiser Wilhelm’in hediyesiydi. Aya Sofya Camii’nden Galata Kulesine bakarak, Kız Kulesi adasını geçerek Üsküdar’a oradan da Ankara’ya yol aldık.”, diye sözlerine devam etti.
Sürgün döneminin kısa olacağı düşünülmüştü, bu yüzden Edzard bir okul’a gönderilmedi. Alman asıllı Kudret Erkönen (matematikçi ve doğa bilimci), diğer sürgünde bulunan çocukların eğitimi gibi, Edzard'ın 1946 yılına kadar süren eğitimini de üstlenmişti. Edzard Türkçeyi Kudret hanımdan ve şehirdeki akranlarından top oynayarak öğrendi.
Edzard başkent Ankara’yı şu sözler ile anlatıyor; ““O zamanlar 3,5 bin nüfusu vardı ama büyük bir şehirdi ve başkentti. Devlet sistemleri batıya doğru modernleşiyordu; idari yapılar, vergi yapıları, hukuk kitapları, medeni hukuk dahil, ekonomik yapılar, okul ve eğitim sistemi… Üniversite’de batı sistemi dersleri verilmeye başlamıştı. Bütün reformlar bugünkü haliyle kolayca kabul edilmedi. Alman modeline dayalı seminerler, dersler veriliyordu ve öğrenciler kendi ders programını düzenlemesi gerekiyordu. Eşit haklara sahip kız öğrenciler de vardı. Babam için 3-4 yıl sonra şehir yapısı yeniden kavramsallaştırıldı. Şehir planlama dersleri vermeye başlamıştı. Şarkı söylemeyi öğretmek için Ankara’da hızla bir konservatuar kuruldu. Bu konservatuar ülkenin cazibesi oldu.
Kemal Atatürk'ün inşa edeceği büyük ülke, açık, kozmopolit, demokratik bir ülke olacaktı. Dinin özel bir mesele olduğu geleneği ortadan kaldırılmıştı. “Artık Yahudilerin girişine izin verilmediği için ABD'ye göç mümkün olmadı. Türkiye’den sonra sıradaki göç ülkesi Şanghay olabilirdi. Türkiye’de yaşayan Alman göçmenleri kolonilerde kendi gelenekleri ile Alman toplumunu şekillendiriyordu.
Edzard, savaş bittiğinde Almanya'ya dönüp durumu düzeltmeye yardımcı olmaktan gurur duyuyordu. Bunun için Türkiye’deki kız arkadaşından ayrılması gerekiyordu. 1946'da seyahat belgelerini beklemenin ardından vapurla Marsilya'ya, sonra da Paris üzerinden Almanya'ya gideceklerdi.
Almanya'ya giriş izni için Paris’te 3-4 hafta pul beklemek zorunda kalmışlardı. “Memleketimiz Türkiye'ydi. Hannover ana istasyonunda ilk defa Almanlar ile temasımız oldu. Doğudan gelen mültecileri gördük; battaniyelerle örtülü, bir deri bir kemik kalmış, ayakkabısız, çorapsız, yırtık pırtık elbiselerle tekrar Almanya’ya göç ediyorlardı. Sonra bir moloz tarlasını gördük. Tramvayların camları kırılmıştı ve doluydu.” sözleri ile Almanya'ya dair ilk izlenimini anlattı.
“Babamla Berlin gezisindeydik. Tren istasyonundaki mülteciler, evlerini elinden almak isteyen tembel insanlar, işe yaramaz insanlar olarak aşağılandığına şahit oldum. İlk kez ‘moloz kadınlarının’ sokakları temizlediğini gördüm. Lise diploması için savaş gazileri olan yaşıtlarım ile özel bir kursa katıldım. Babam sonra Berlin’in belediye başkanı oldu. Ve sonra Berlin'de Sovyetler Birliği'nin Berlin'i nasıl ilhak etmeye çalıştığına şahit oldum” diye sözlerine devam etti.
Liseden mezun olduktan sonra doğu kesimdeki bugünkü Humboldt Üniversitesi'nde fizik ve matematik okudu. 1948’de üniversite öğrencilerinin çabalarıyla Berlin Özgür Üniversitesi kuruldu. 1949’da bu üniversitede hukuk okudu. Stuttgart’ta bulunan Daimler-Benz genel merkezinde çalışmak üzere Hans-Martin Schleyer Reuter'i işe aldı. Burda yönetim kadrosunda yükseldi ve 1987 ve 1995 arası Daimler Benz’de CEO’luk yaptı.
Türkiye'de bir montaj fabrikası kurmak onun fikriydi. Edzard Reuter, Benz AG'nin Türkiye'deki ilk faaliyetlerinin babası olarak bilinir.
Türkler ile yeniden teması uzun yıllar sonra 1968 yılında Daimler şirketinde oldu.
Edzard, “Türkçeyi Almancadan daha çok iyi biliyordum ama sonra unuttum. Ve şimdi yine Türkçemi tazeliyorum” dedi.
Edzard Reuter, Türkiye’nin siyasi gündemine değinmeden şu sözler ile söyleşiyi bitirdi; "Bugünün Türkiyesi artık benim ülkem değil, ama Türk halkı benim halkımdır".
Cihan Sayın
Comments